Her şeyin cevabını doğa içinde arayan, şeylerin ana maddesinin ne olduğu, maddenin canlılığı ve özü hakkında görüş bildiren, İyonyalı (İzmir ve Aydın çevresine verilen ad) Natüralist filozofların kurmuş olduğu akımın İslam dünyasındaki karşılığı Tabiyyun/Tabiatçılıktır. Thales, Herakleitos, Anaximenes, Anaximandros gibi filozofların İslam dünyasında Aristoteles ve Platon gibi çok fazla etkisi olmasa da küçük bir kesim tarafından da takipçileri olduğunu söyleyebiliriz. Bu filozoflar doğada baktıkları her şeyde tanrının bir tecellisini görmüş ve maddi olmayan şeyler konusunda ise yorum yapmamış hatta onları reddetmişlerdir. Onlara göre bütün fizik ve metafizik gerçekler maddeye bağlıdır. Ruhun devamlılığı, ölümden sonraki ödül-ceza, cennet-cehennem konuları, kıyamet ve bunun gibi bazı konuları inkara gittikleri de söylenebilir. İslam dünyasında Tabiatçılar denilince akla gelen isimler Cabir b. Hayyan ve Ebu Bekir Er Razi’dir.

İslam dünyasında Tabiatçı filozof olarak bilinen ilk kişi Cabir b. Hayyan’dır. Birçok filozof gibi o da tıp, astronomi, matematik, felsefe gibi farklı konularda çalışmış olsa da kendisini bir kimyacı olarak bilmekteyiz. Deneye büyük önem veren Cabir ayrıca matematiği evreni ve tanrıyı anlamak için kullanmıştır. Maddenin sahip olduğu kuruluk, yaşlık, sıcaklık ve soğukluk şeklindeki dört tabiatın 1,3,5,8 sayılarının her elementte değişen oranları ile bunların değişmez toplamı olan 17 sayısıyla irtibatlı olduğunu söyler. Sayılar, harfler, nitelikler ve tabii nesneler arasında kurulan ilişkilerde ideal hedef bütün nesnelerin bir kataloğunu çıkarmaktır. Bu şekilde nesneler nicelikleri açısından tespit edilmiş olur. Cabir’e göre evrende matematiğe dayanan bir düzen vardır. Bu konuda Pisagor gibi düşündüğünü söyleyebiliriz.

Madenlerin Hayyan’ın gözünde ayrı bir önemi vardır. Madenleri sadece oluşumu açısından değil dönüşümü açısından da inceler. Madenler arasındaki farklılıklar, içerdikleri cıva-kükürt oranı ile, oluşumu gerçekleştiren semavî etkilerdeki farklılıktan doğmaktadır. Binlerce yıl toprak altında çeşitli etkilerle evrimleşen madenlerin en mükemmeli altındır. Simyacının yaptığı iş ise asırlar alan bu oluşma sürecini çabuklaştırmaktan ibarettir. Dolayısıyla kimyacı değersiz madenleri altına dönüştürürken söz konusu semavî etkileri kontrol edebilir olmalıdır. Bu yaklaşımın tabii bir neticesi olarak madenlerin zahirî ve fizikî özelliklerinin yanı sıra ruhî özelliklerinin de bulunduğu sonucuna varan Câbir, iksir kavramıyla bu görüşünü temellendirmiştir. Madenlerin dönüştürülmesi işleminde mutlaka uygulanması gereken iksir yalnızca madenî bir cevher özelliği taşımaz, nebatî ve hayvanî özellikler de taşır. Bu sebeple fizikî bir varlığı dönüştürme işleminde, semavî etkiler ve kimyacının manevi yoğunlaşmasının yanı sıra madende varsayılan canlılık boyutu da sürece katılmış olmakta ve böylece kimyevî dönüşüm basit anlamda fizikî bir süreç olmaktan çıkmaktadır.

İslam Dünyasındaki bir diğer tabiatçı filozof Ebubekir Er Razi’dir. Üzücüdür ki Batı ilim dünyasında Razi’ye gereken değer verilmesine rağmen İslam dünyasında layık olduğu değeri görememiş özellikle ülkemizde hakkında ciddi bir akademik çalışma bile yapılmamıştır. Bunun nedeninin onun deist olarak kabul edilmesi ve peygamberliği kabul etmediği şeklindeki iddiaların rolüdür. İslam düşünce tarihinde oldukça zengin ve verimli çalışmalar yapan Razi Hekim- filozof olarak da anılır. Günümüz psikolojisine bile ilham olabilecek psikoloji ve ahlaki eğitim konularında eserleri vardır. Bunun yanında davranış bozukluklarını tespit etmek ve bunların giderilmesini sağlamak amacıyla, güçlü ve dengeli kişilik oluşumuna katkıda bulunmak için çocukların eğitimine önem vermiş ve materyaller sağlamıştır. Eflatun ve Galen gibi düşünürlerden de etkilenen Razi eserlerinde onlardan aldığı düşüncelerle kendi düşüncelerini harmanlayıp, kendine has orijinal fikirler ortaya koymuştur.  Pedagoji ve psikoloji bilimleri konusunda etkili bir biçimde çalışan Razi’nin davranış bozuklukları konusundaki özel terimleri günümüze başka adlarla anılsa da ilk örneklerden olması bakımından önemlidir.

Ahlâk psikolojisini temellendirirken Eflâtun’u referans alan Râzî insanda üç çeşit nefis bulunduğunu söyler. Bunlar akleden veya ilâhî nefis, öfke veya hayvanî nefis, şehevî veya nebatî nefistir. Bunlardan son ikisi akleden nefse hizmet için vardır. Nebatî nefsin işlevi bedeni besleyip gelişim ve üremesini sağlamak, öfkenin kaynaklandığı hayvanî nefsin görevi ise şehevî arzuların üstesinden gelebilmesi için akleden nefse yardımcı olmaktır. Bedenle birlikte nebatî ve hayvanî nefis ölür, akleden nefis cevheri ise ölümsüzdür. Filozofa göre bayağı arzuları kınamayan, gayri ahlâkî bulmayan dinî ve dünyevî hiçbir görüş mevcut değildir. Bu tür arzu ve isteklerle başa çıkmak için çeşitli yöntemler uygulanagelmişse de bu konuda aklın öngördüğü ölçüyü aşmamak ve insan onuruyla bağdaşmayan davranışlardan uzak durmak gerekir. Şu hâlde lezzete baskın gelecek bir acıya katlanmak doğru bir hareket değildir. Aklın ve adaletin hükmüne göre bir insanın tıpkı başkasına olduğu gibi kendine de acı vermeye hakkı yoktur. Meselâ Hintliler’in Allah’a yakın olma arzusuyla cesetlerini yakmaları, çiviler üzerine yatmaları; Maniheistler’in cinsî ilişkiden uzak kalmak için kendilerini iğdiş ettirmeleri (hadım ettirmeleri), aç susuz kalmaları ve su yerine idrar içerek kendilerini kirletmeleri tamamen akla ve ahlâka aykırı davranışlardır. Ayrıca Hristiyanların dünyadan el etek çekerek manastırlara kapanması, birçok Müslümanın çalışmayı terk edip az ve basit yiyeceklerle yetinmesi, kaba ve rahatsız edici elbise giymesi de yanlıştır. Ahlâkî olan ise her türlü aşırılıktan uzak ve normal bir hayat tarzıdır.

Hekim- filozof tipini en başarılı bir şekilde temsil edenlerden birisi olan Razi 865 yılında Tahran yakınlarındaki Orta Çağ’ın önemli kültür merkezlerinden biri olan Rey şehrinde doğmuştur. İlk gençlik yılları hakkında elimizde ayrıntılı bilgi mevcut değilse de kaynaklardan anlaşıldığına göre gençliğinde kuyumculuk yaparak hayatını kazanmıştır. Bir yandan da şiir ve musiki ile ilgilenmiş, fakat sakal bıyık çıktıktan sonra “Müzikle uğraşmak yakışık almaz.” diyerek bundan vazgeçip tıp ve felsefeye yöneldiği anlatılmaktadır. Kuyumculukla uğraşması onda kimyaya karşı aşırı bir merak uyandırmıştır. Kurduğu laboratuvarında kimya deneyleri yaparken ortaya çıkan gaz ve buhar sebebiyle gözlerinden rahatsız olduğu ve bu hayatı boyunca çektiği söylense de bizzat kendi ifadelerine göre onun gözlerinden rahatsız olması ve hatta ömrünün sonuna kadar gözlerine tamamen görme özelliğini kaybetmesi filozofun çok kitap okuması ve yazmasından dolayıdır. Daha doğuştan ilme yatkın olan Razi tıp, felsefe, matematik, astronomi, dil ve edebiyat alanlarında üstün kabiliyeti sayesinde kendisini kısa zamanda kabul ettirmişti. Razi kendisi hakkında söyle der: “Beni tanıyanlar bilirler ki ilme karşı olan sevgim, tutkum ve bu yoldaki çalışmalarım gençliğimden beri aralıksız devam etmektedir. Hatta okumadığım bir kitap, karşılaşmadığım bir ilim adamı bulunursa büyük bir zarara uğramam söz konusu olsa dahi her şey bir yana bırakıp, onu tanımadan edemem.” Ona göre ilim sadece öğrenmek ya da bilgi koleksiyonu yapmaktan ibaret değildi. İlim öğrenmek ve bilgiyi kendisinin kayıp malıymış gibi kabul ederek onu elde etmeye çalışmak ve özümsemek onun bir hayat tarzı haline gelmişti. Razi ilim için uzak yakın demeden ülke ülke dolaşmıştır hatta İspanya’ya gittiği bile söylenmektedir.  Ayrıca o kimyayı tıbbın hizmetinde kullanan ilk hekim olarak da bilinmektedir. Nitekim kendinden önce yaşamış hekimlerin bilmediği ve kendisinin hazırladığı yeni kimyevi ilaçlarla hastalarını tedavi etmeye çalışmıştır.

“Hekimler hükümdarlar gibidir onlar emir almaz emrederler.”

Her ne kadar İbn-i Sina idrar ve gaita ile uğraşan fuzuli biri gibi ifadelerle Razi’ye dil uzatıyorsa da gerçekten dünya tıp literatürüne getirdiği yeniliklerle o İbn Sina’nın bu konuda ne kadar haksız olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Eserlerinde İbn Sina’nın Razi’ye karşı sebepsiz yere yönelttiği ağır tenkitlere de rastlanır. Biruni İbn-i Sina ile mektuplaşmaları da ona karşı Razi’yi savunmuş hatta bir ara mektubunda İbn Sina’nın verdiği bir cevabın Razi’nin düşüncesi olduğunu belirttikten sonra ona: “Mademki o haddini aşan ve kendine düşmeyen işlere girişen bir kimse imiş, Nasıl oluyor da onun görüşünü esas alıyorsun?” diyerek İbn-i Sina’nın bu noktadaki tutarsızlığını ortaya çıkarmaktadır. Farklı dönemlerde yaşamalarına rağmen Razi ile pek anlaşamayan İbn-i Sina’yı karşı karşıya getirmek ve belki de barıştırmak maksadıyla bugün Paris Tıp Fakültesi’nin büyük holünde her ikisinin portresi yan yana asılı olarak bulunmaktadır.

 El-Biruni onun geceleri uyumamak için lambayı her zaman bir duvar girintisine koyduğunu karşısına geçerek kitabı duvara yasladığını, uyku bastırdığında ayaklarına düşecek şekilde yerleştirdiğini anlatmaktadır. Çünkü Razi ömrün kısa, ilmin çok derin, uykunun ise zaman kaybı olduğuna inanan bir filozoftur. Aşırı çalışma ve yorgunluk sebebi ile hayatının sonlarına doğru Parkinson’a benzer bir hastalığa yakalanmış ve filozofun gözlerine de perde inmiştir. Razi 925 yılında ise ölmüştür.

Râzî’ye göre varlığın oluşumunun sebebi küllî nefsin heyûlâya olan aşkı ve tutkusudur. Ancak o bunu aklın düzenleyici katkısı olmadan tek başına başarmış değildir. Bu görüş bir yandan Eflâtuncu ve Yeni Eflâtuncu felsefedeki ruhun düşüşünü, öte yandan sudûr anlayışındaki kozmik akıllar teorisini hatırlatmaktadır. Ayrıca Râzî, âlemin yaratılışını nefsin maddeye olan tutkusuyla yorumlarken dünyadaki kötülüğün Tanrı’dan değil nefsin madde ile kurduğu ilişkiden kaynaklandığını söylemektedir.

Razi felsefesinde 5 ezeli prensip savunur. Bunlar:

•Allah (Tanrı)

•Tümel Nefs (Ruh)

•İlk Madde

•Mutlak Mekân

•Mutlak Süre (Zaman)

Alemin var olması için bu beş prensip gereklidir. Zira, duyumlar maddeye (heyula) dalalet eder. Çeşitli duyumlarım birleşmesi mekânı meydana getirir. Maddedeki değişikliği idrak etmek, zamanla mümkündür. Canlı varlıkları idrak etmek nefsin varlığını gösterir. Bazı varlıklarda mevcut olan aklın varlığı, her şeyi yaratan üstün bir yaratıcının varlığına dalalet eder.

Râzî metafiziğinin omurgasını oluşturan söz konusu beş ezelî ilkedir ve onun bu yöndeki görüşlerini sergilediği el-ʿİlmü’l-ilâhî adlı çalışması, İslâm düşüncesi tarihinde en çok eleştiri alan ve üzerine en fazla reddiye yazılan eserlerdendir. Filozofa yapılan itirazlar Allah’tan başka ezelî varlık kabul ettiği, sistemin kendi içinde oldukça fazla çelişki barındırdığı ve bu sistemin orijinal olmayıp Sokrat öncesi filozoflardan ya da Harranlı Sâbiîler’den veya Maniheistler’den alınmış olduğu şeklindedir. Fakat Râzî, EbûHâtim’le yaptığı tartışmada İlk çağ filozofları üzerindeki incelemelerinde böyle bir sistemin bulunmadığını, âlemin ezelîliğini iddia eden dehrîlere karşı onun yaratılmışlığını ispata yönelik kendi sisteminden daha makul bir sistem olmadığını savunur.

Kadim Şark kültürlerinde kozmik varlığın oluşumuna ilişkin ezelî ilkelerin varlığı söz konusudur, bu doktrinin belirgin izlerine Eflâtun’un Timaios adlı diyalogunda rastlanmaktadır. Râzî’nin kendisi de bunu belirtmektedir. Dolayısıyla KādîSâid’in, “Râzî, Aristo’nun, felsefenin esasına ait birçok şeyi değiştirip bozduğunu, Eflâtun ve önceki filozoflardan birçoğunun görüşlerine ters düştüğünü gerekçe göstererek Aristo’nunkinden çok farklı bir sistem geliştirmiş, tabiat felsefesi alanında da Pisagor ve Pisagorculuğu benimsemiştir” şeklindeki değerlendirmesi doğru bir tespittir.

İslâm düşüncesi tarihinde yaratıcı bir Tanrı’ya inandığı halde peygamberliği ve dini kabul etmeyen Râzî’ye göre Allah’ın verdiği akıl gücü ve adalet duygusu sayesinde insan, peygamberin ya da herhangi bir ruhanînin aracılığına gerek kalmadan kendi yolunu kendisi bulabilir.

İyiyi kötüden, yararlıyı zararlıdan, güzeli çirkinden, doğruyu yanlıştan, haklıyı haksızdan ayırt eden tek ölçü akıl ve adalettir. Mutlak hikmet, adalet ve merhamet sahibi olan Allah’ın insanlar arasından peygamber veya ruhanî bir şahsiyeti üstün niteliklerle donatarak imtiyazlı kılması ve insanlara mürşidolarak göndermesi O’nun hikmet, adalet ve merhametiyle bağdaşmayan bir durumdur. İnsanlar akıl ve diğer yetenekleri açısından eşit düzeyde yaratılmıştır, üstün niteliklerle donatılmış imtiyazlı birinin varlığı bu eşitliği bozar.

Ayrıca filozof tarih boyunca devam eden savaşların din farklılığından ileri geldiğini, dolayısıyla insanlığı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan peygamberlerin insanlığın felâketini hazırladığını ileri sürmektedir. Buna ilişkin olarak Yahudilik, Hıristiyanlık, Maniheizm ve Brahmanizm’i, bazen de “hak din” diye nitelediği İslâm’ı eleştirmekten çekinmez. Ayrıca mucizenin kehanetten, Kur’an’daki îcâzın sanat değeri yüksek bir şiirden farklı olmadığını söyler. Ona göre toplumların bir dine bağlanmasının asıl sebebi taklit ve geleneğe saygı, devlet hizmetinde bulunan din bilginlerinin nüfuzu, dinî ayin ve merasimlerin halkı etkilemesidir. Bazı yorumcular onun hasımları tarafından deistlikle suçlandığını düşünseler de Razi’nin günümüze ulaşmış eserlerinden onun din ve tanrı anlayışı anlaşılabilmektedir…

Kaynaklar:

Tıp Tarihi Araştırmaları – Ebu Bekr er Razi Hayatı ve İlmi Şahsiyeti

İslam Ansiklopedisi – Cabir bin Hayyan

İslam Ansiklopedisi – Tabiatçılık

Aktiffelsefe Araştırma Grubu


Doğu ve batı felsefelerini ve kültürlerini incelediğimiz felsefe seminerlerimize katılmak isterseniz de buraya tıklayarak ücretsiz kayıt yaptırabilirsiniz. Bu arada seminer konularımızı incelemek için Felsefe Seminerleri sayfamızı ziyaret edebilirsiniz.

İlginizi Çekebilecek Diğer Yazılarımız:

gtag('config', 'AW-802439404');